Katılım Bankası Ne Tür İşlerden Para Kazanabilir?

 Katılım bankası fâiz karşılığı borç veremez ancak alım satım, hizmet, kira, ortaklık, vekâlet ve kefâlet gibi dinen meşrû akitler yaparak para kazanabilir.

Diger Bilgiler


Katılım Bankaları Hiç Zarar Etmiyor Mu?

 Katılım bankaları katılma hesaplarına yatırılan sermayeyi mümkün olduğunca dikkatli ve profesyonel tarzda kullanmaktadır. Bugün itibariyle daha çok murâbaha (peşin alım vâdeli kârlı satım) yaparak para kazanırlar. Yani 100 TL’ye aldıkları bir emtiayı mutlaka piyasa şartlarında kârlı bir satışla örneğin 115 TL’ye satarlar. Dolayısıyla müşterileri borçlarını ödedikleri sürece zarar ihtimali yoktur. Murâbaha işlemlerinde müşterilerinden her türlü teminatı alırlar. Ayrıca müşterileri hakkında her türlü sorgulamayı yapar ve bankalarca güvenilir bulunmayan kişi ve kuruluşlarla çalışmazlar. Bugün itibariyle toplam alacaklarının % 97’den fazlasını sorunsuz tahsil ederler. Kalan % 3’ün de önemli bir kısmını takip sonunda alabilirler. Netice itibariyle tahsil edilemeyen küçük kısım toplamda katılım bankasını zarara sokmamaktadır. Sadece kârdan zarar ettirmektedir.

İslâm hukûku bakımından şirketlerin İslâmî ilkelere uygunluğunu ispat için zarar etmeleri şart değildir. Zarar ihtimalinin varlığı yeterlidir. Bu ihtimal % 0,1 bile olsa kâfidir. Üstelik katılım bankaları katılma hesabına para yatıran yatırımcıların yani başkalarının fonlarıyla ticâret yaptığı için zarar etme lüksleri bulunmamaktadır. Katılım bankasının zarar etmek bir yana piyasaya göre düşük kâr dağıtımı yapması halinde bile hesap sahiplerinin bankadan fonlarını çekme temâyülleri olmaktadır. Zarar ettiklerinde bankaların yaşamaları mümkün görünmemektedir.

 

Diger Bilgiler


Katılım Bankaları Arasında Neden Farklı Uygulamalar Vardır?

Türkiye’de “Katılım Bankası” ismiyle anılan kuruluşlar, bütün dünyada “Islamic Bank” ya da “el-Benkü’l-İslâmî” adıyla bilinirler. Bu da söz konusu müesseselerin ayırıcı niteliğinin İslâm hukûku çerçevesinde çalışmaları olduğunu göstermektedir. Bütün dünyada İslâmî bankalar bünyelerinde İslâm hukûku uzmanlarından oluşan danışma kurulları oluşturur ya da bu konuda uzman danışmanlar istihdam ederler.

İslâm hukûku uzmanları bütün İslâm tarihi boyunca çeşitli konularda farklı kanaatler serdetmişlerdir. Hatta İslâm bilginleri itikâdî alanda bile birbirleriyle uyuşmayan görüşler açıklamışlardır. Bu yüzden hem itikâdî hem de amelî alanda pek çok mezhep oluşmuştur. Örneğin itikâdî sahada Selefiyye, Mâturîdiyye, Eş’ariyye, Mûtezile ve Hâriciyye; amelî sahada ise Hanefiyye, Şâfiiyye, Mâlikiyye, Hanbeliyye ve Zâhiriyye gibi birbiriyle pek çok konuda farklı düşünen İslâm mezhepleri ortaya çıkmıştır.

İslâm hukûkunun temel kaynağı Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân’daki âyetlerin Allah Teâla tarafından vahyedildiği gibi Kur’ân’a aktarıldığı ve asırlar boyunca korunduğu konusunda Müslüman dünyanın bir kuşkusu bulunmamaktadır. Dînî terminolojiyle ifade edecek olursak âyetlerin sübûtu kat’idir. Ancak İslâm âlimleri arasında âyetlerin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda farklı yaklaşımlar olabilmektedir ki buna delâletin zannîliği denilir. Yani Kur’ân’da var olan bir ifadenin Allah tarafından vahyedildiğinde kuşku yoktur; ancak bu ifade ile ne kastedildiği meselesi tartışmalıdır. İslâm hukûkunun ikinci kaynağı ise Sünnet’tir. Sünnet, Hz. Peygamber’in (aleyhisselâm) dînî ve dünyevî meselelerdeki yaklaşım tarzı olarak ifade edilebilir. Sünnet’in nasıl tespit edileceği, nasıl anlaşılacağı ve hangi hadislerle amel edileceği konularında ise İslâm hukukçuları birbirinden tamamen farklı değerlendirmeler yapmışlardır. Hanefîlerin, Mâlikîlerin, Şâfiîlerin ve Zâhirîlerin Sünnet anlayışları oldukça esaslı noktalarda farklılaşabilmektedir. Bu da pek çok konuda uyuşmayan görüşler açıklamalarına sebep olmaktadır.

İslâm dininin temel esaslarında olmamak kaydıyla ve kabul edilebilir bir usûle dayanmak şartıyla farklı görüşler ileri sürmek dinen meşrûdur. Zira bu durum hem insanları değişik kabiliyetlerle yaratan Allah’ın sünnetine (sünnetullah) uygundur ve hem de sahâbe döneminden itibaren İslâm dünyasında görülen bir olgudur. Âlimler arasındaki bu farklılık Müslüman toplumu için bir rahmet olarak algılanmıştır.

İslâm hukûkunun ele aldığı temel konuları ibâdetler, beşerî münâsebetler, ceza hukûku, devletler hukûku ve hukuk metodolojisi olarak sınıflandırabiliriz. Yukarıda arz ettiğimiz üzere İslâm hukukçuları bu alanların hepsinde ihtilaf edebilmişlerdir. Bunlar içerisinde farklı kanaatlere varmaya en müsâit alan ise muâmelât yani beşerî ilişkiler sahasıdır. Çünkü bu alan hem değişime daha açıktır ve hem de dînî metinlerin bu konulardaki bağlayıcılığı İslâm hukukçuları arasında tartışmalıdır. Katılım bankalarını da ilgilendiren alım satım, ortaklık, kira, borç, fâiz, kefâlet ve vekâlet gibi meseleler muâmelât (beşerî ilişkiler) başlığı altında incelenir. Dolayısıyla bu bankalara bağlı danışma kurullarının ya da danışmanların farklı kanaatler serdetmeleri mümkün olabilmektedir.

Katılım bankaları arasındaki farklı uygulamaların bir başka sebebi ise danışma kurullarının ya da danışmanların menfi görüş verdikleri meselelerde banka yönetimlerinin kişisel kanaatleriyle hareket etmezken; müspet görüş verdikleri konularda banka yöneticilerinin tercih yapma haklarının var olmasıdır. Yani danışma kurullarının ya da danışmanların uygulanmasında problem görmedikleri konularda yöneticiler işlem yapıp yapmama özgürlüğüne sahiptirler. Katılım bankaları arasında böylesi tercihler yüzünden de farklılıklar ortaya çıkabilmektedir.

Son olarak katılım bankalarının büyük oranda ortak işlemler yaptıklarını, aralarındaki farklılığın oldukça sınırlı olduğunu da belirtmek gerekir. Bu açıdan birkaç meseledeki farklılığı büyüterek bu bankaların zan altında tutulması doğru olmasa gerektir.

 

Diğer Bilgiler


İslâm Ekonomisinin Temel İlkeleri Nelerdir?

Öncelikle İslâm’ın temel kaynaklarından, İslâm âlimlerinin görüş birliği içinde verdikleri hükümlerden ve İslâm hukukçularının yazdıkları kavâid-i külliyye (genel ilkeler) literatüründen istifadeyle İslâm ekonomisinin temel ilkeleri tespit edilmiştir. Bu ilkeleri bilmek, karşılaşılan hukûkî ve iktisâdî meselelere uygulanabilecek standart bir ölçüye sahip olmak demektir. Ayrıca bu ilkeler İslâm ekonomisinin ruhunu da yansıtır.

  • Başkalarının malını haksız yollarla almayın!

Bu ilke Kur’ân’da Nisâ Sûresi’nin 29. âyetinde açıkça ifade edilmekle birlikte pek çok âyette de vurgulanmıştır. İslâm ekonomisinin temelini bu ilkenin oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz. İslâm ekonomisinin birçok hükmü bu temel ilkeden kaynaklanmaktadır. Hırsızlık, gasp, rüşvet, kumar, hileli alım satımlar, tefecilik, fahiş kâr, aldatma (tağrir) ve belirsizlik (garar) yasakları tamamen bu esasa dayanmaktadır.

  • Ticâret helaldir!

16rBaşkalarına haksızlık yapmadan, haram kılınmış yöntemleri kullanmadan ve yasak ürünler satmadan karşılıklı rızaya dayanan alım satım ve ticârî faaliyetlerde bulunmak helaldir. Kur’ân ve Sünnet’te meşrû yollarla yapılan ticâret helal kılınmış, tavsiye edilmiş ve övülmüştür. Cuma Sûresi’nin 9. ve 10. âyetlerinde açıkça Cuma namazı için alışverişin bırakılması emredilmekte ancak namaz bitince herkesin Allah’ın lütfundan rızkını arayabileceği ifade edilmektedir.

  • Tefecilik yasaktır!

Tefecilik İslâm’ın en sert ifadelerle reddettiği bir kazanç yöntemidir. Kur’ân’ın açık ifadesiyle zulümdür. Kur’ân’da Bakara Sûresi’nin 275- 280 âyetleri arasında tefecilik konusuna yer verilmiş; tefecilerin “Ha alışveriş ha tefecilik; sonuçta ikisi de kazanç kapısı!” dedikleri beyan edildikten sonra “Oysa Allah alışverişi helal, tefeciliği haram kılmıştır” buyrulmuştur.

  • Aldatmak yasaktır!

İslâm, başkalarına zarar vermeyen insanlar yetiştirmek ister. “Bizi aldatan bizden değildir” ilkesini öğretir. “Müslüman başkalarının elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir” der. Ticâretin dürüstçe yapılmasını ister. Mutaffifîn Sûresi’nin hemen başında açıkça şu tehdide yer verir: “Yazıklar olsun, ölçüde ve tartıda hile yapanlara!” Aynı sûrenin 6. âyetinde ise bunu yapanların âhiret hesabına inanmadıklarını beyan eder.

  • İsraf yasaktır!

Yeryüzü ve içindekiler ile gökyüzü ve barındırdıkları Allah’ındır. İnsanların mâlik oldukları her şey de Allah’a aittir. İnsanlar Allah’ın kulu, malları Allah’ın mülküdür. Dolayısıyla insanlara emâneten verilmiş bu malların ihtiyaca göre tüketilmesi esas; müsrifçe heba edilmesi yasaktır. “Yiyin, için, giyinin ve tasadduk edin! İsraf etmeyin, kibirlenmeyin” hadisi bu temel ilkeyi çok veciz bir şekilde vurgulamaktadır.

  • Kumar yasaktır!

Kumar başkalarını sömürmenin bir aracıdır. Pek çok insan kumar masalarında tüm mallarını, haysiyetlerini ve hatta hayatlarını bırakmıştır. Nice aileler bu illet yüzünden dağılmıştır. Kazanç sağlamayı âdil standartlara oturtmak isteyen İslâm dini başkalarının zaaflarını istismar ederek onların mallarını almanın bir yolu olan kumarı kesin bir şekilde yasaklamıştır: “Ey müminler! Sarhoş edici her türlü içki, kumar ve şans oyunu, putlar ve fal-kısmet okları şeytan kaynaklı birer pisliktir” (Mâide Sûresi, 90. âyet).

  • Garar yasaktır!

Herhangi bir ticârî işlemin temel unsurlarından birisindeki aşırı belirsizlik işlemi geçersiz kılar. Yapılan bir alışveriş işleminde alınan mal, malın bedeli, vâdesi ve türü anlaşmazlığa yol açmayacak derecede bilinmelidir. Hz. Peygamber aşırı belirsizlik (garar) içeren alım satımları kesin olarak yasakladığı için bu tür işlemler yapılmamalıdır.

  • Piyasaya müdâhele etmemek asıldır!

Piyasaya müdâhale satıcı ya da alıcıya haksızlık doğurabilir. Aldatma ya da karaborsacılık yoksa fiyatların serbest piyasada oluşmasını sağlamak gerekir. Hz. Peygamber’in fiyat artışından yakınan sahâbîlerine “Fiyatları indirip yükselten Allah Teâlâ’dır” buyurduğu rivâyet edilmiştir. Bununla birlikte devlet idaresi gerekli gördüğü sektörlerde ve zamanlarda müdâhale hakkına her zaman sahiptir.

  • Zenginleşmek meşrûdur; ancak zenginlik Allah vergisidir!

Mülkün tamamı Allah’a aittir. O dilediğini zenginlikle dilediğini fakirlikle imtihan eder. Zenginliği veren O’dur. Zenginlerin servetlerine güvenip şımarmamaları, servetlerini Allah’ın rızasına uygun yollarda sarfetmeleri ve Allah’ın kendilerine bol bol verdiği gibi onların da insanlara bol bol iyilikte bulunmaları istenmiştir (Kasas Sûresi, 76-77. âyetler).

  • Servet stoklanmamalıdır!

Fakirler, yoksullar, düşkünler, açlar, evsizler, yaşlılar, çocuklar, hastalar, sakatlar, işsizler ve yetimler toplumların utanılacak kesimi değil; zenginlerin imtihan vesilesidir. Allah verdikleriyle de vermedikleriyle de insanları dener. Kendi lüksü, israfı ve kibri için servet biriktirenleri tehdit eder: “Ey Peygamber! Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanları acıklı/elemli bir azapla müjdele!” (Tevbe Sûresi, 34. âyet). Müslüman zenginler zekâtlarını eksiksiz vermeli; kalan servetlerini toplumun da faydasına olacak şekilde yatırıma dönüştürmeli ve lüks harcamalar yerine toplumun alt kesimlerine tasaddukta bulunmalıdır.

  • Cimrilik yasaktır!

Cimrilik, kesinlikle bir müslüman tavrı değildir. Müslüman varlıklıların Allah’ın rızasına uygun yollarla servetlerini muhtaçlara aktarması İslâm toplumlarında asıldır. Başkalarına faydası dokunmayan zenginlik ise hem dünyada hem âhirette büyük sıkıntıdır: “Allah’ın kendilerine nasip ettiği servete dört elle sarılıp cimrilik edenler, bu zenginliğin kendilerine hayır getireceğini sanmasınlar. Bilakis bu gelip geçici zenginlik onlara çok kötü bir son hazırlayacaktır. Bu dünyada cimrice sarıldıkları mal mülk kıyâmet günü boyunlarına dolanacaktır” (Âl-i İmrân Sûresi, 180. âyet).

  • Yasaklanmamışlar serbesttir!

17rİbâdetlerde haramlık, muâmelâtta (beşerî ilişkiler) mubahlık esastır. Buna göre hiç kimse kendi aklına göre ibâdet oluşturamaz. Yine hiç kimse delili olmadıkça yasak koyamaz. İslâm dininde açıkça yasaklanmamış ve diğer yasakların da açıkça ilgâsına sebep olmayan hukûkî ve ticârî tasarruflar yasak kabul edilemez. Klasik fıkıhta bu “Eşyada aslolan mubahlıktır” diye ifade edilir.

  • Yasak, zarûret ve ihtiyaç halinde kısmen düşer!

İslâm insanların yararını gözetir ve zarûret hallerinde yasakları zarûretin oranına göre kaldırıp emirleri yumuşatır. İslâm pek çok konuda bu ilkeyi geçerli kılmıştır: Su yoksa teyemmümü, sefer halinde namazları kısaltmayı ve cem etmeyi, oruç tutamayanlara fidye vermeyi ya da orucu ertelemeyi, hacca gidemeyenlere vekil göndermeyi, baskı altında Allah’ı inkâr etmeyi, açlık halinde haramlardan yemeyi ve ihtiyaç var diye selem sözleşmelerini mubah kılması bunun açık göstergeleridir. Bununla birlikte bu ilke, “Zarûretler başkasının hakkını ortadan kaldırmaz” ve “Zarûretler miktarınca takdir olunur” ilkeleriyle birlikte değerlendirilmelidir.

  • Kolaylaştırmak esastır!

18(1)rAçıkça haram kılınmamış ticârî işlemlerde mümkün olduğunca kolaylaştırıcı yorumlar yapmak gerekir. Bu Nebevî bir metottur. Rivâyete göre Hz. Peygamber (aleyhisselâm) iki şey arasında seçim yapma durumunda kalınca kolay olanı tercih ederdi. Bununla birlikte kolaylaştırma dinin temel ilkelerini yozlaştırma ve işlevsiz kılma amacı taşımamalıdır.

  • Hüküm amaca tâbidir!

İslâm dininde niyet oldukça önemlidir. İnsanların tasarrufları da bir amaca mâtuftur. Buradan hareketle İslâm âlimleri “Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir” ve “Sözleşmelerde lafızlara değil maksada itibar edilir” ilkelerini belirlemişlerdir. Ayrıca “Tarafların zihninde var olan şartlar sözleşme metninde yazılmış sayılır” ve “Örfen mâlum olan sözleşmede şart gibidir” kaideleri de söz konusu ilkeyle doğrudan ilişkilidir.

Sonuç olarak İslâm dininde meşrûiyetin kaynağı Allah Teâlâ’dır. O’nun haram kıldıkları haram, helal kıldıkları helaldir. Allah Teâlâ’nın emir ve yasakları ise kullar yararınadır. Ticârî işlemlerde haksızlıkların, fâizin, belirsizliklerin, kumarın, rüşvetin ve haram ürün satımının yasaklanması insanların faydasınadır. Yukarıda arzedilen ilkeler İslâm ekonomisinin ruhunu yansıtmakta olup İslâmî finans konusunda uzmanlaşmak isteyenler için oldukça önemlidir.

Diğer Bilgiler