İslâm hukûkuna göre fâiz meşrû değildir. Fâiz hem Kur’ân-ı Kerîm hem de Sünnet’te açık ve sert bir dille yasaklanmıştır. Birkaç örneği şöylece sunabiliriz:
“Fâiz yiyenler, (mezarlarından) şeytan çarpmış kimselerin kalktığı gibi kalkarlar. Bunun nedeni, onların, “alım satım da fâiz gibidir” demesidir. Halbuki Allah alım-satımı helal, fâizi ise haram kılmıştır”.7 “Şayet fâiz hakkında söylenenleri yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından (fâizcilere karşı) açılan savaştan haberiniz olsun. Eğer tevbe edip vazgeçerseniz, anaparanız sizindir. Ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığa uğramış olursunuz”.8
“Resûlullah fâiz alana, verene, yazana ve şahitlerine lanet etmiştir. Bunların hepsi aynıdır”9.
Fâizin meşrû olmadığı o kadar sert ve keskin ifade edilmiştir ki bu konu artık tartışmaya ve yoruma açık değildir. Fâizin meşrû olduğunu iddia etmek İslâm dininin kesin bir hükmünü reddetmek anlamına gelir.
7. el-Bakara (2), 275.
8. el-Bakara (2), 279.
9. İbn Mâce el-Kazvînî, Sünen, I-II, (thk. Muhammed Fuâd Abdulbâki), Dâr İhyâi’l-Kütübi’l- Arabiyye, II, 764.
Katılım bankaları topladıkları fonun devlet tarafından öngörülen bir kısmını Merkez Bankası’nda tutarlar. Bu parayı Merkez Bankası’na yatırmak zorunludur. Merkez Bankası yatırılan bu paraya bir miktar fazlalık verip vermemek de özgürdür. Fâiz yerine fazlalık denilmesinin sebebi Merkez Bankası’nın verdiği fazlalığın fâiz olup olmadığının tartışmalı olmasındandır. Hayreddin Karaman devletin zorunlu olarak katılım bankalarından aldığı bu paranın Merkez Bankası’nda kaldığı süredeki enflasyon farkının bankanın hakkı olduğunu söylemiştir. Enflasyon farkını fâiz saymayan başka İslam hukukçuları da vardır. İfade edildiğine göre Merkez Bankası’nın verdiği fazlalık, enflasyon farkını aşmamaktadır. Dolayısıyla Merkez Bankası’nın verdiği fazlalık fâiz değil enflasyon farkıdır. Hayreddin Karaman enflasyon farkının fevkinde birşey verilirse bunun TMSF’ye prim olarak yatırılabileceğini de ifade etmiştir. Eğer banka enflasyonun üstündeki kısmı TMSF’ye yatırılacak prim olarak da kullanmak istemezse Merkez Bankası’ndan alıp sosyal projelere aktarabilir. Bugüne kadar katılım bankaları Merkez Bankası’ndan aldıkları ve esasen enflasyon farkının da altında kalan ve kendi hakkı sayılan miktarı TMSF’ye vermiştir. Bugün artık Merkez Bankası bir fazlalık vermemektedir. Yani aldığı parayı vâdesiz hesap gibi saymaktadır. Dolayısıyla ortada ne enflasyon farkı ne de fâiz kalmıştır.
Kanaatimizce devletin vatandaşından “zorunlu olarak” aldığı ve sonrasında fazlasıyla verdiği paralar kesinlikle fâiz sayılmaz. Devletin vergisi ve sonrasında daha güzeliyle iadesi sayılır.
Kur’ân-ı Kerîm’de ve pek çok hadiste fâizin yasak olduğu sert ifadelerle yer almıştır. Bu âyet ve hadislere bakıldığında fâizin az olunca helal çok olunca haram olacağına dair hiçbir delalet bulunmamaktadır. Bu bakımdan tefeci fâiziyle banka fâizleri aynı kategoride değerlendirilip dinen gayr-ı meşrû oldukları ifade edilmektedir. Kur’ân’ı Kerîm’de “kat kat fâiz yemeyin” meâlindeki âyet, âyetin indiği dönemdeki hali anlatmakta olup fâizin ancak yüksek olunca haram olacağını bildirmemektedir.
Günümüzde bankaya yatırılan mevduatlara ödenen fâizi “gelir payı” sayan ve İslâm’ın yasakladığı fâizden ayrı tutan yorumlar vardır. Bu yorumlara göre fâiz, fakirlere verilen borçtan alınan fazlalık olup bankalar fakir olmadıklarından onlara yatırılan paradan alınan fazlalık fâiz sayılmaz.
Yaygın kanaate göre ise fâizin mutlaka fakirlere verilen borçtan alınması şart değildir. Fâiz zengin olsun fakir olsun verilen borçtan elde edilen gelirdir. Bir başka açıdan da bankaya mevduat yatıranların mevduatlarını almak istemeleri halinde bankanın faaliyetlerini durduracak hale gelmesi hakikatte zengin olmadığını gösterir. Bankalar mûdilerinin paralarıyla zengin sayılmaktadırlar.
Katılım bankaları hiçbir mülzim sebep yokken fâizli bankalarda para tutamaz; fâizli sözleşmeler yapamazlar. Ancak bankacılık sektöründe yer aldıkları için her zaman yüklü miktarda para ile iş yapmaktadırlar. Bu paraları saklamak, gerektiğinde şubeye getirtmek, şehirler arasında transferlerini gerçekleştirmek ve akşam şubedeki parayı alıp korumak işini ise bankacılık sektörünün ana hâkimi konumunda bulunan ve yaygın şube ağına sahip büyük fâizli bankalar gerçekleştirmektedirler. Katılım bankaları da şubeleri bulunan yerlerde ister istemez bu bankalarla çalışmak zorunda kalmaktadırlar.
Katılım bankaları zorunluluk sebebiyle fâizli bankalarda tuttukları bu meblağ karşılığında banka ile şöyle bir anlaşma yaparlar: Katılım bankasının fâizli bankada tuttuğu meblağın fâizli bankaya bir menfaati olmaktadır. Fâizli banka bu menfaati hesaplamakta ve sunduğu hizmetler karşılığında katılım bankasından alacağı bedelden düşmektedir.
Katılım bankasının fâizli bankada tuttuğu meblağ karşılığında bir fâiz geliri elde ettiği açıktır. Ancak bu fâiz zorunluluktan kaynaklanmıştır. Yani katılım bankasının muhtaç olduğu hizmeti sunan başka kurumlar yoktur. Dolayısıyla alınmak zorunda kalınan hizmet karşılığı fâizli bankada hem parayı tutup hem de ayrıca hizmet bedeli ödemek yerine muhâbir bankaya teslim edilen paraya yansıyacak fâizle hizmet bedelini ödemek daha tercihe şayandır. Ancak katılım bankası burada fâiz geliri elde etmiş ve bu fâizle hizmet bedelini ödemiştir. Yani esasen hakkı olmayan bir parayı menfaati için kullanmıştır. Bu durumda muhâbir bankalarda tutulan paralara yansıyan fâiz kadar sosyal projelere kaynak aktarması şarttır. Böylece söz konusu fâiz gelirinden yararlanmamış olur.
Fâiz, günümüzde daha çok “ödünç paranın getirisi”, “paranın zaman değeri” ve “paranın kirası” şeklinde tanımlanmaktadır. Nitekim bugün fâiz uygulamaları büyük oranda para borçlarında gerçekleştirilmektedir. Halbuki İslam hukûkunda fâiz, yalnızca para borçlarına özgü değildir. Belli nitelikleri haiz ürünlerin borç verilmesi ya da alım satımında fâiz olabileceği değerlendirilmektedir.
İslâm hukûkunda fâiz konusunu şöyle şemalaştırabiliriz:
Şekil-2: İslam’da Faiz Tasnifi.
Fâiz, Kur’ân’da açıkça yasaklanmış ancak tanımlanmamıştır. Hz. Peygamber’e (aleyhisselâm) nispetle aktarılan haberlerde ise fâiz hakkında oldukça malumat bulunmaktadır3. Ancak bu hadisler çoğu zaman İslâm âlimlerinin farklı yorumlarına izin vermiştir. Yani delâletleri zannîdir.
Kur’ân’da yasaklanan fâiz, câhiliye fâizidir. Buna borç fâizi de denilir. Mislî (piyasada standart bulunan) bir varlık (para, altın, buğday, nohut, kağıt, kumaş, yumurta) borç verilip fazlalık şartı koşulursa câhiliye fâizi gerçekleşir.Buna göre 1000 TL verip belli bir vâdede 1500 TL istemek ya da 100 kg. buğday verip belli bir vâdede 120 kg. buğday istemek fâizli bir işlem olmaktadır.
Herhangi bir sebeple oluşmuş vâdeli borcun vâdesinin uzatılıp borcun artırılması da câhiliye fâizi doğurur. Buna göre 3 aylık bir çek karşılığı mal satıldığında müşteri malın mâliki olmakta ve satıcıya teslim edilen çek “nakit borcun belgesi” hükmünü almaktadır. Dolayısıyla satıcı elindeki çekin vâdesini uzatıp borcu artırdığında nakit bir varlığı daha fazlasıyla değiştirmiş olmaktadır. İslâm hukukçuları bu işlemi de fâizli muâmele saymaktadırlar.
Herhangi bir sebeple oluşmuş vâdeli borcun vâdesinin uzatılıp borcun artırılması da câhiliye fâizi doğurur. Buna göre 3 aylık bir çek karşılığı mal satıldığında müşteri malın mâliki olmakta ve satıcıya teslim edilen çek “nakit borcun belgesi” hükmünü almaktadır. Dolayısıyla satıcı elindeki çekin vâdesini uzatıp borcu artırdığında nakit bir varlığı daha fazlasıyla değiştirmiş olmaktadır. İslâm hukukçuları bu işlemi de fâizli muâmele saymaktadırlar.
Şekil-3: Borç Vermede Faizin Ortaya Çıkışı.
Kıyemî (piyasada standart bulunmayan ve birimleri arasında farklılık olan) varlıkların (hayvan, arsa, araç, daire, dükkan, el işi halı, mücevherat) değişiminde ise fâiz gerçekleşmez. Buna göre bir başkasının aracını belli bir dönem için kullanıp dönem sonunda hem aracı teslim edip hem de bir miktar ödeme yapmak fâiz değil kira olarak değerlendirilir.
İslâmiyet’te câhiliye fâizi dışında bir de alışveriş fâizi vardır. Bu fâiz türü câhiliye fâizine alım satım yoluyla gidilmesin diye yasaklanmıştır. Hz. Peygamber’den (aleyhisselâm) nakledilen “altı mal hadisi” İslâm mezheplerinin alım satım fâizi konusundaki temel dayanağıdır. Bu hadisin farklı rivayetlerini bir araya getirdiğimizde şu anlam çıkmaktadır:
Altın altın karşılığı, gümüş gümüş karşılığı, buğday buğday karşılığı, arpa arpa karşılığı, hurma hurma karşılığı ve tuz tuz karşılığı alım satımı4 yapılacaksa peşin ve aynı miktarda mübâdele edilmelidir. Kim fazla verir ya da fazlalık isterse fâize düşmüş olur. Fâiz alan ile veren aynıdır. Eğer mübâdele edilen varlıkların cinsleri değişirse peşin olmak kaydıyla mübâdele olabilir.
Hadiste altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuzun fâiz oluşmasına uygun (ribevî) mallar olduğu ifade edilmiştir. Bunların sayılması söz konusu malların Hz. Peygamber (aleyhisselâm) döneminde hem para olarak kullanılmaları5hem de “birbirlerinin yerine geçebilmeleri” sebebiyledir 6. Yani bugün itibariyle nasıl DOLAR ile TL birbirinin yerine geçebiliyorsa o gün itibariyle buğday ve arpa da birbirinin yerine geçebilmekte idi. Alım satımlar daha çok trampa şeklinde olduğu için büyük oranda mal para sistemi gereği buğday, arpa, hurma ve tuz, para gibi de kullanılmakta idi. Dolayısıyla bunların birbiriyle (buğdayın arpayla, tuzun buğdayla, hurmanın arpayla vs.) mübâdelelerinde para değişiminde öngörülen şartlar aranmıştır. Yani değişim alım satım niyeti ile yapılacak ise peşin olmak kaydı konulmuştur. Bununla birlikte mübâdele sırasında buğday arpadan daha az ya da daha çok olabilir.
İslâm hukukçuları fâizin bu altı ürünle ortak niteliğe (fâiz illeti) sahip başka ürünlerde de olup olamayacağını tartışmış ve âlimlerin çoğunluğu fâizin yalnızca bu altı mala özgü olmadığını ifade etmiştir. Ancak onlar da fâizin gerçekleşmesine sebep olan bu ortak niteliğin tespitinde görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Hanefî ve Hanbelîler’e göre alışveriş fâizinin illeti cins ve ölçü-tartı birliği, Şâfiîler’e göre gıda ve para olmak ve Mâlikîler’e göre ise saklanabilen gıda ve para olmaktır.
Erken dönem İslâm âlimleri ortak nitelik taşımayan fâize uygun malların karşılıklı fazlalıklı ve vâdeli mübâdelesinin câiz olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Örneğin altın verip buğday almak, gümüş verip arpa almak böyledir. Zira bedellerden biri paradır ya da tartılarak mübâdele edilir; diğeri ise ölçüyle mübâdele edilir. Günümüzde de para karşılığı emtia alımları peşin ya da vâdeli olabilir. Bu durumda kesinlikle fâiz oluşmaz. Malın maliyeti ile fiyatı arasındaki fark satıcının meşrû kârı kabul edilir.
Erken dönem İslâm âlimleri fâize uygun bir malın kendi cinsiyle iki bedelden biri vâdeli olmak üzere mübâdelesinin câiz olmadığında ittifak etmişlerdir. Örneğin eşit bile olsa altın ile altın alım satımının peşin olması gerekir demişlerdir. Bu işlem borç verme amacıyla yapılırsa peşinlik şartı önemsizleşir. Buna göre bir başkasına 100 gr. altın borç verip 100 gr. altın vâdeli olarak tahsil edilebilir. Zira, burada amaç ticâret yoluyla kâr değil menfaatsiz borç vermek yoluyla iyilik yapmaktır. Şekil-4: Alışveriş Faizinin Peşin veya Vadeli Olarak Ortaya Çıkışı. olması gerekir demişlerdir. Bu işlem borç verme amacıyla yapılırsa peşinlik şartı önemsizleşir. Buna göre bir başkasına 100 gr. altın borç verip 100 gr. altın vâdeli olarak tahsil edilebilir. Zira, burada amaç ticaret yoluyla kâr değil menfaatsiz borç vermek yoluyla iyilik yapmaktır.
Şekil-4: Alışveriş Faizinin Peşin veya Vadeli Olarak Ortaya Çıkışı.
Erken dönem İslâm âlimleri arasında fâize uygun bir malın kendi cinsiyle peşin ancak fazlalıklı satılmasının câiz olmadığı yolunda yaygın görüş bulunmaktadır. Örneğin altın verip altın alınırken, buğday verip buğday alırken iki bedelin gramı veya ölçüsü aynı olmalıdır. Halbuki Abdullah b. Abbâs ve bazı sahâbîler (radıyallâhuanhüm) fâizin vâdeli işlemlerde olacağını; peşin işlemlerde fâiz olmayacağını belirtmişlerdir. Buna göre peşin mübâdele var ise bedellerin fazla olmasında fâiz oluşmaz. Yani 14 ayar altın ile 22 ayar altını peşin ve fazlalıklı değiştirmek fâize yol açmaz. Burada vâde söz konusu olursa fâizden bahsedilebilir.
Fâize uygun bir malın kendi cinsiyle ya da aynı ortak niteliği taşıyan başka bir malla değişiminde karşılıklı teslim tesellüm gerçekleşmeden tarafların ayrılmasının câiz olmadığında da erken dönem İslâm hukukçuları ittifak etmişlerdir. Örneğin altın verip gümüş alınıyorsa ya da buğday verip arpa alınıyorsa bedeller karşılıklı alınıp verilmelidir. Bugün itibariyle gümüşün para vasfı kalmadığından yani bakır, krom, demir gibi tamamen bir emtiaya dönüştüğünden altın ile aynı kategoride değerlendirilemez. Bu sebeple gümüşün altın karşılığı vâdeli satımı mümkündür. Buğday, arpa, hurma ve tuz ise Hz. Peygamber (aleyhisselâm) döneminde hem mal para olarak kullanıldıkları ve hem de birbirlerinin yerine geçebilir oldukları için peşinlik kaydı düşülmüştür. Yani para mübâdelelerinde aranan şartlar bunların değişiminde de aranmıştır. Fakat bugün itibariyle trampa yoluyla alım satım olmadığından ve bu mallar tıpkı diğer mallar gibi farklı farklı görüldüğünden birbirleriyle mübâdelelerinde peşinlik şartı aranamaz.
Erken dönem İslâm âlimleri değişimi yapılan fâize uygun malların cinsleri farklı ise peşin olmak kaydıyla fazlalığın câiz olduğunda ittifak etmişlerdir. Örneğin bir ölçek buğday verip iki ölçek arpa almak böyledir. Yukarıda arzettiğimiz üzere artık birbirinin yerine geçmeyen ve para gibi kullanılmayan malların vâdeli değişiminde fâiz oluştuğu söylenemez.
Netice itibariyle mislî veya kıyemî bir malı peşin ya da belli bir vâdeyle para karşılığı mübâdele edersek hiçbir fâiz illetinde ortak olmayan iki varlığı değiştirdiğimiz için fâiz oluşmaz ve alınan ücret malın bedeli olur. Malın mâliyeti ile fiyatı arasındaki fark ise fâiz değil meşrû kâr sayılır. Örneğin üretimi ya da sahip olunuşu 10.000 TL’ye mal olmuş bir emtianın peşin 11.000 TL’ye ya da 3 ay vâdeli 11.500 TL’ye satılması halinde maliyetin üzerine kazanılan miktar fâiz değil kârdır. Piyasada standart var olmayan bir malın kullanım hakkı belli bir vâdeye kadar belli bir fiyat karşılığı devredildiği takdirde alınan ücret fâiz değil kira olur. Örneğin bir arabayı kullanması için 1 aylığına verdiğimiz şahıstan araba ile birlikte 500 TL istersek bu fazlalık fâiz değil kira olarak değerlendirilir.
3. Ayrıntılı bilgi için bk. İshak Emin Aktepe, Hadis Kaynaklarında Fâiz ve Finansman, İstanbul: Hayat Yayınları, 2011.
4. Borç / karz ilişkilerinde peşinlik kaydı anlamsız kaldığından ve borcun / karzın iyilik niyetiyle verilmesi gerektiğinden İslâm hukukçuları borcu, alım satımdan bu noktada ayırmaktadırlar. Yani 100 gr. altın borç verip bir ay sonra yine 100 gr. altın tahsil edilebilir ancak bu işlem alım satım niyetiyle yapılamaz. Zira alım satım olunca satıcı ya da alıcı mutlaka bir kâr amacı güder. Peşin de her zaman vâdeliden daha değerli olduğundan bu menfaat da fâiz sayılmıştır.
5. Bu tespit için bk. Oğuzhan Tan, “Ekonomik Realite Temelinde Altı Sınıf (Esnaf-ı Sitte) Hadisi Üzerine Bir Değerlendirme” AUİFD, 51:2 (2010), s. 167-188. Aynı tespitin daha evvel Mehmet Odabaşı tarafından da şifahen ifade edildiğini belirtmeliyim.
6. Bu tespit için bk. Abdulaziz Bayındır, Ticaret ve Faiz, www.suleymaniyevakfi.org (10.02.2012)
Fâizin meşrû olmadığı yargısı İslâm hukûku açısından ifâde edildiği için “Fâiz neden meşrû değildir?” sorusuna da aynı çerçeveden bakılarak cevap verilmesi gerekir. İslâm hukûkunda emir ve yasaklar hikmetlerinden (fert ve topluma fayda ve zararlarından) daha ziyade kaynaklarıyla gerekçelendirilirler. Yani “Namaz neden farzdır?”, “Oruç neden farzdır?”, “Zekât neden farzdır?” sorularının cevabı “Çünkü Allah emretmiştir” şeklindedir. Dolayısıyla “Fâiz neden meşrû değildir?” sorusunun cevabı da “Çünkü Allah Teâla yasaklamıştır” şeklindedir.
Ayrıca tefecilik tarihin hemen her döneminde sevimsiz bir iş olarak görülmüştür. Fâiz başkalarının emeğini sömürmek olarak addedilmiştir. Fâizle borçlanıp borcunu ödeyemeyenler köleleştirilmiştir. Sadece sahip oldukları parasal varlığın başkalarına fâizle borç verilmesi işini yapan mutlu bir azınlığa karşılık, bu mutlu azınlığa ödenecek fâizin piyasaya etkisinden hareketle bunu karşılamaya çalışan büyük bir çoğunluk oluşmuştur. İslâmiyet adâlet ilkesi gereği bunu onaylamamıştır.
Fâizle borçlanmanın bireysel ya da toplumsal faydaları da zararları da olabilir. Faydasının mı yoksa zararının mı fazla olduğu konusu farklı bakış açılarına göre değişik şekillerde cevaplandırılabilir. Ancak İslâm hukûku açısından bakıldığında nasıl içkinin ve domuz etinin faydası olup olmadığını araştırmıyorsak fâizin de faydası olup olmadığına bakamayız. Elbette diğer bir kısım dinen gayr-ı meşrû işlemler gibi fâizle borçlanmak da zaruret ve aşırı ihtiyaç hallerinde kısmen mubah hale gelebilir. Örneğin fâizle borçlanmadığı zaman kapanma tehlikesi yaşayacak bir firmanın fâizli kredi dışında alternatifi yoksa fâizle borçlanması mubah görülebilir. Zira firmanın kapanması çalışanlarının işsiz kalması ve birçok problemlerle yüz yüze gelmesi neticesi verir ki dini hükümler kulların açıkça zararına olacak şekilde yorumlanamaz.
Fâizin örneğin Türkiye’ye faydalı mı faydasız mı olduğunu aynı zamanda ekonomi uzmanı olan bir yazarın şu tespitlerinden daha iyi anlayabiliriz: Türkiye 1980 – 2011 arasında 450 milyar dolardan fazla fâiz ödemiştir. Aynı dönemde yatırıma ve toplam personele ödenen meblağı toplasak bile fâiz gideri kadar etmemektedir. Bugün işçi ve memura ödenen ücretlerin düşük olması fâiz lobisine aktarılan yüklü fâizler sebebiyledir10.
10. Yiğit Bulut, “Türkiye’de Faiz Lobisi Var mı”, Habertürk, 12.07.2011
Şekil-5: 1980-2011 Arası Kamu Faiz Giderleri ile Kamu
Toplam Yatırım ve Personel Gideri Karşılaştırması.
İslâm dininde fâizi alan, veren, yazan, şahitliğini yapan herkes sorumlu kabul edilmiştir. Meşhur bir rivâyete göre Allah Resûlü (aleyhisselâm) fâiz alana da verene de lânet etmiştir11. Hatta yalnızca fâiz alan ve vereni değil, bunlara yardımcı olanları da günahkâr saymıştır: “Fâiz alana, verene, yazana ve şâhitlerine lanet edilmiştir”12. Ayrıca İslâm hukûkunun temel kurallarından birisi de şudur: “Alması haram olanın vermesi de haramdır”13. Bununla birlikte zarûret hallerinde fâizle borçlanan kimse (inşallah) günahkâr olmayacağı halde fâizle borç veren günahkâr olacaktır. Örneğin insanın kanını satması ya da kan ticâreti yapması haram iken hastası olup gönüllü olarak kan veren başkasını bulamayan bir kimsenin kan satın alması günah olmaz. Zira zarûretler haramları kısmen mübah kılar14.
11. Müslim, Sahîh, III, 1218.
12. Ebûbekr b. Ebî Şeybe, el-Kitâbü’l-musannef, I-VII, (thk. Kemâl Yûsuf el-Hût), Riyad: Mektebetü’r-Rüşd, 1409, IV, 447-448.
13. Celâlüddîn es-Suyûtî, el-Eşbâh ve’n-nazâir, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1990, s. 150.
14. Bedrüddîn ez-Zerkeşî, el-Mensûr fi’l-kavaidi’l-fıkhiyye, I-III, Vizâretü’l-Evkâfi’l-Kuveytiyye, 1985, II, 317.
Abdullah b. Ömer’in erken ödeme iskontosunu faiz saydığı38 ya da mekruh gördüğü39 nakledilmiştir. Anlaşıldığı kadarıyla Medîne’de İbn Ömer’in görüşü genel kabul gördüğü için İmam Mâlik Muvatta’da şu ifadeyi kullanmıştır: “Bizlere göre üzerinde ihtilaf bulunmayan mekruh uygulama şudur: Bir kimsenin başkasında belli bir vâdeye bağlanmış alacağından iskonto yapsa borçlu da erken ödeme yapsa bu durum borcun vadesini uzatıp borcun artırılması gibidir. Hiç kuşkusuz bu ribânın ta kendisidir”40.
Büyük tâbiî âlimi İbrahim en-Nehaî’ye vâdeli borcun erken ödenmesi halinde borcun bir kısmının düşürülmesi sorulduğunda “Böyle yapmakta bir beis yoktur. Alacaklı kendisine ait olan malın bir bölümünü borçlusuna bırakmış sayılır” demiştir41.
Bugün İslâm hukukçularının genel kabulü erken ödeme iskontosunun fâiz olmadığı yönündedir. Kanaatimizce de erken ödeme iskontosu alacağın bir kısmından vazgeçmek olduğu ve alacaklı alacağının tamamını bile borçlusuna bağışlayabileceği için bunun fâizle ilgisi yoktur.
38. Ebû Yûsuf, el-Âsâr, (thk. Ebu’l-Vefâ el-Efğânî), Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, s. 185.
39. Mâlik b. Enes, Muvatta, I-II, (thk. Muhammed Fuad Abdulbâki), Beyrut: Dâr İhyâi’t-Turâsi’l-
Arabî, 1985, II, 672.
40. Mâlik, Muvatta, II, 673.
41. Ebû Yûsuf, Âsâr, s. 185.
Enflasyon farkı, paranın alım gücündeki kaybı gösterir. Yüzlerce ürünün toplum tarafından alım satım ağırlıklarına göre değerlendirilip binlerce işyerinden alınan örneklere bakılarak fiyatlarındaki değişikliklerin hesaplanmasıyla enflasyon tespit edilir. Enflasyon, talebin ya da maliyetin artmasından kaynaklanır. Yani ya piyasadaki talep arza göre fazla olduğu için ya da ürünlerin maliyeti arttığı için fiyatlarda artış gözlenir. Devletin para basarak açığını kapatma yolunu tercih etmesi de piyasada talebi artırdığı için enflasyona sebep olmaktadır.
Enflasyon farkı paranın değer kaybı olduğu için borç ilişkilerinde borçludan talep edilmesi fâiz olarak değerlendirilemez. Borç verilirken enflasyon farkının alınacağı ifade edilmiş olsun olmasın enflasyon farkı alacaklının hakkıdır. Zira alacaklı borç vermiş ve borçlusuna iyilikte bulunmuştur. Verdiği borcu aynıyla geri alma hakkı vardır. Ancak borç verilen ülkede enflasyon var ise söz konusu borcun aynı rakamla geri alınması aslında eksik alınması anlamına gelir. Zira borç verilen meblağın alım gücü ile tahsil edilen meblağın alım gücü aynı değildir. Bugünkü kağıt para sisteminde ise paranın üzerindeki rakamlar değil paranın alım gücü önemlidir. Örneğin 2000 yılında 40.000 TL bedelle bir ev alınabilirken 2008 yılında 40.000 TL ile ev alabilmek artık imkansızlaşmıştır.
Enflasyon farkı talep edilirken yüzlerce üründen müteşekkil bir ürün grubunun fiyatındaki değişimin dikkate alınması haksızlık olmaması adına en uygun yöntemdir. Yani sadece bir ürünün fiyatındaki değişime bakılması taraflardan birinin haksızlığa maruz kalmasına sebep olabilir. Ayrıca alacaklı tespit edilen ürünün fiyatının aşırı arttığı dönemde borcunu geri almak isterken borçlu malın bedelinin düştüğü zamanı beklemek isteyebilir. Bu da taraflar arasında anlaşmazlıklar çıkmasına sebep olur.
Enflasyon hesaplaması mümkün olan en hassas ölçülerle yapılmasına rağmen alacaklının ya da borçlunun bir miktar kâr ya da zararı söz konusu olabilir. Örneğin alacaklı ya da borçlu adına yalnızca mutfak enflasyonu önem arzederken enflasyon hesabına başka ürünlerinde katılması sebebiyle enflasyon hesabı daha düşük ya da daha yüksek çıkmış olabilir. Buradaki kısmî izâfî haksızlık dinen önemsizdir. Çünkü bu tür alacak verecek ilişkilerinde tam hakkı tespit etmek imkânsızdır. İslâm imkânsızla mükellef tutmamıştır. Tarafların helalleşmesi yeterli sayılır.